Mareşal Fevzi Çakmak yakın tarihimizde en sevdiğim simalardan biridir. Kendisi, Balkanlar'ın son demlerini yaşamış, Anafartalar'da Mustafa Kemal'e vekalet etmiş, Osmanlı Devleti Genelkurmay Başkanlığı'nı yürütmüş, İstiklal Savaşı'nın kutsal muharabelerinde Mehmetçikle birlikte ateş hattında bulunmuştur. Kendisi Ata'nın emrindeki en büyük Mehmetçik, Ata'dan sonra Cumhuriyet'in ikinci mareşalidir. Ölene kadar da Cumhuriyet'in yılmaz savunucusu ve inkılapların takipçisi olmuştur. Ancak nedense ölümünden sonra onu yeni nesillerden uzaklaştırma yoluna gidilmiş, hakkında "tarikat mensubuydu" tarzında aslı astarı olmayan balon haberler üretilmiştir. Bu iddiaların yalan olduğunu, Mareşal üzerine detaylı araştırmalar yapan ve Princeton Üniversitesi'nde Unfolding A Life: Marshall Fevzi Çakmak's Diaries isimli doktora tezi çalışmasını savunan, Dr. Nilufer Hatemi'den öğrenmekteyiz.
Bilindiği üzere Mareşal, geçirdiği bir prostat ameliyatının ardından komaya girmiş ve 10 Nisan 1950 günü vefat etmiştir. Ölümü de olaylı olmuştur. Hükümetin ilgisizliğine ve TRT radyosunun matem yayınına geçmemesine sinirlenen Cumhuriyet gençliği Mareşal'in aziz anısına yapılan bu saygısızlığa haklı olarak tepki göstermiştir. Ancak yaptıkları gösterilere Ankara'dan gelen emirle, polis tarafından sert bir şekilde son verilmiştir.
Eşi Fıtnat Çakmak Hanım, Mareşal'in ölümüyle ilgili olarak, 29 Eylül 1966 tarihinde bir röportaj vermiştir.(Aşağıdaki metin Tarih ve Düşünce Dergisi Ekim 2001 sayısından alıntıdır.)
Mareşal Fevzi Çakmak'ın eşi Fitnat Çakmak, eşini son yolculuğa çıkaran hastalığa tekaddüm eden günlerin hatıralarını şöyle anlatıyordu:
1949 yılının yazında ******'ün hediye ettiği Çankaya'daki evimizden Erenköy'deki yazlığa tatile geldik.
Paşa o günlerde biraz soğuk almıştı. Zatürre olmasından korkarken bir başka hastalıktan yatağa düştü. Ameliyat olması gerekiyordu. Paşa'yı Teşvikiye Sağlık Yurdu'na yatırdık. Başhekim İbrahim Bey'di. Birçok operatör de ayrıca eşimin sağlığıyla ilgileniyordu.
Acayip Davranışlı bir Doktor
Ameliyattan bir gün önce, o güne kadar hiç görmemiş olduğum bir doktor ortaya çıktı. Adı Fevzi Taner'di. Bir karışıklık arasında ilk ameliyatı bu doktor yaptı ve ertesi gün de bütün gazeteler Mareşal'e yanlış ameliyat yapıldığını yazıyorlardı. Ameliyatı yapan doktor bana gelerek yalvardı ve "Beni çekemiyorlar da ondan böyle söylüyorlar, ne olur gazetelere ameliyat normal olmuştur diye beyanatta bulunun." diye rica etti. Ben de söylediğini yerine getirdim. Getirdim ama içime bir kurt düşmüştü.
Mareşal Kağıda Bakmadan İmzaladı
Bayan Fitnat Çakmak, hatıraları o günlere götürdükçe yüzündeki çizgiler derinleşiyordu. Şöyle devam etti:
Mareşal'i hastaneden çıkarmış ve tedavisine evde devam ediyorduk. Sıhhati iyi idi, fakat ara sıra dalıyordu. Birgün bankadan para çekmek için Mareşal'in imzası gerekti. Para kağıdını imzalaması için uzattım. Hiç bakmadan imzaladı. Bu duruma çok üzüldüm. Zira okumadan hiçbir şey imzalamazdı. Odaya çekilip "Paşa böyle olacak adam mıydı?" diye ağlamaya başladım. Bu sırada doktor geldi ve ağlayışımın sebebini sordu, anlattım.
Ertesi gün yeniden geldi ve çok acayip karşıladığım şu teklifi yaptı:" Çok masraf yapmak gerekiyor. Bütün bunları nasıl temin edeceksiniz?"
Gerekirse evimizi satıp karşılayacağımızı söyledim.
Cevabı şu oldu: "Hükümet sizin istediğiniz yerden bir aprtman ve bir miktar para vermek istiyor."
Şaşırmıştım!.. Hükümet bir mareşaline yardım elini uzatmak istiyorsa herhalde apartman vermezdi. Eğer tedavisini yaptırmak istiyorlarsa o başkaydı. Oysa apartman teklif ediliyordu. Bu apartman neye karşılık olacaktı?... Mesele çok geçmeden anlaşıldı. Çok partili devire geçişimizin tüm hareketliliğini yaşıyorduk. Gençler devamlı olarak Mareşal'i evde ziyaret ediyorlardı. Paşa, CHP karşısında kuvvetli bir muhalefet lideriydi. Dr. Fevzi Taner bana apartmanı, Mareşal'i siyasetten çekmeyi temin edebilmem için rüşvet olarak teklif ediyordu!..
Böyle çirkin bir harekete alet olmayacağımı söyledim. Fakat bu arada Paşa'nın bir suikaste kurban gitme olasılığından da iyiden iyiye korkmaya başlamıştık. Bu sebepledir ki, bir iğne yapılması icab etse bile ampül kırılıncaya kadar yanından ayrılmıyorduk.
İkinci Ameliyat
Paşa'nın moralinin bozulmasından korkarak doktoru da değiştiremiyorduk. Bu arada 1949'un kışı başlamıştı.
İkinci bir ameliyat gerekiyordu. ARadan bir kaç hafta geçtikten sonra bu doktor: "Ameliyat ne zaman yapılacak? Geç kalmayalım. Kanser olablir." diye acele etmeye başladı. Diğer doktorlar yazın gelmesini beklemek istiyorlardı. Paşa da artık halinden bıkmıştı: "Bir an evvel olsun bitsin. Ben başkalarına mı muhtaç olacağım!.." diye huzursuzlanmaya başladı. Ameliyata karar verilince doktor bu sefer: "Kim yapacak? Eğer ben yapacaksam tedbir almam gerekecek. İlaçlarının getireceğim." dedi.
Mareşal, "Madem çok istiyor, o yapsın. Zaten birincisini de o yaptı." dedi. Bunun üzerine karlı bir kış günü ikinci ameliyat diğer bütün profesör doktorların nezaretinde yapıldı. Biz ameliyattan önce her ihtimale karşı on şişe kan getirtmiştik.
Bu kadar kendi grubundan kan varken, doktor ameliyatın ikinci günü Ankara'ya telefon ederek nerden bulduysa bir şişe plazma getirtti. "Kan sıvısı." Nasıl geldi? Plazma mıydı, kan mıydı, bilmiyorduk. Ameliyat iyi geçmiş, Paşa günden güne iyileşiyordu.
İkinci ameliyat esnasında hastanede Nedime adında bir hemşire belirdi. Bizimle yakın temaslar kuruyor, "Benim ton ton paşam" diye hastanın sevgisini kazanmaya çalışıyordu.
Doktor birgün hastanede yeni göreve başlayan(Şimdi Ankara İşçi Sigortaları Hastanesindedir) Nihat Anka'ya bir plazma yapalım mı diye sormuş. İşin garip tarafı, aynı günün öğleden sonrası konsültasyon yapmak isteyen doktorları içeri bırakmadı: "Ben muayene ettim. Herşey normal." diyerek konsültasyona engel oldu.
O sabah hastanın nabzını sayan Nihat Anka, nabzın normal olduğunu söylemişti.Akşama doğru doktorlar heyetine giderek: "Hastanın nabzı düşüyor. Derhal plazma yapmamız gerekiyor" demiş. Onlar da telaşla nabzına falan bakmadan derhal gerekeni yapmasını istemişler.
Ben odaya girdiğimde bir hemşire ile hastabakıcı Nedime kolundan kan veriyorlardı. Biz heyecanla seyrediyorduk. Kan verme on dakika sürdü. On dakika sonra sapasağlam Mareşal gitmiş, yerine başka bir adam gelmişti!..
Hastanede tek bir doktor bile yoktu. Mareşal titremeye başladı. Ben hakırarak hastane müdürü İbrahim Bey'e koştum. Doktorun evi hastanenin yanındaydı.
İbrahim Bey geldi: "Kim yedi bu haltı?!... Gitti Mareşal!" dedi ve sonra "Benim haberim olmadan tek iğne bile yapılmayacak demedim mi?!" diye bağırmaya başladı.
Günde otuz iğne yapılmasına rağmen 37'den 41'e çıkan ateşi bir derece bile düşmedi. Ve bir hafta sonra: "Allah, Allah..." diyerek öldü.
Öldüğü gün Ankaradan "Derhal gömülsün" diye bir emir geldi. Ölüyü vermedim. 24 saat evde tutacağım dedim. O günlerde bu şüpheli ölüm için savcılığa müracat edemedik. Zaten Ankara'dan "gömülsün" diye boyuna sıkıştırıyorlardı.
O gün oyun havaları çalan radyoyu susturmak için nümayiş yapan gençler, elleri kolları cop yaraları ve çürükleri içinde naaşı ziyarete geldiler. Bize rüşvet teklif eden ve serumu yapan Dr. Fevzi Taner bir hafta sonra Ankara'dan son model bir arabayla döndü. O doktorun cenazesi de bu arabayla bir sene sonra kaldırıldı.
Böylece ettiğini Allah'tan buldu.(...) Şimdiye kadar sustum. Artık millet hakikati öğrenmeli.
Bundan 15 gün kadar önce yapılan ifşaatta itham edilen (...) devrin idarecileri ve bilhassa (...) o günden bugüne kadar bu açıklamaları ne yalanlamışlar, ne de tekzip cihetine gitmişlerdir.
Böylesine korkunç bir ithamın reddedilmiş olmaması bizde yapılan açıklamaların doğru olduğu kanaatini uyandırmıştır.
Bakalım gelecek günlerde bu konuda ne gibi gelişmeler kaydedilecektir. Merakla bekliyoruz.
29 Eylül 1966 Hüryol Gazetesi